Kimi bebekler, bir kelebekten bile daha kısa bir ömre sığdırıyor hayatı. Henüz adını bile söyleyemeden, toprağın koynuna giriyor. Ne yazık ki bu gerçek, çağımızın utancına dönüşmüş durumda. Dünya, özellikle Orta Doğu’da yaşanan trajedilere çoğu zaman sessiz kalıyor. Bu sessizlik, vicdanların ağır sınavıdır.
Gazze’de, Kudüs’te, Şam’da ya da Yemen’de bir çocuğun ölümüyle Paris’te, Londra’da ya da Kiev’de bir çocuğun ölümü arasında değer farkı olmamalı. Ne yazık ki uluslararası camiada bu denge bozulmuş durumda. Adalet ve insan hakları ancak siyasi çıkarlarla örtüştüğünde dillendiriliyor.
İsrail’in Filistin topraklarındaki politikaları yıllardır ağır eleştirilere maruz kalıyor. Bu eleştiriler sadece Arap ya da Müslüman coğrafyadan değil; birçok Yahudi entelektüel ve vicdan sahibi Batılı yazar tarafından da dile getiriliyor. Ancak devlet politikası haline gelen işgal, ambargo, ayrımcılık ve şiddet döngüsü bir türlü son bulmuyor.
Arap ülkelerinin yönetimleri ise genellikle kendi iktidarlarının bekası uğruna sessizliği tercih ediyor. Halklar öfke içinde kıvranırken, liderler diplomatik denge uğruna olanı biteni görmezden geliyor. Bu durum, halklar arasında çaresizlik tehlikesini doğuruyor.
Ancak burada çok önemli bir uyarı yapmak gerekir: Çaresizlik, asla bireysel şiddeti meşrulaştırmamalı. Halklar örgütlenmeli; evet. Ama bu örgütlenme silahla değil, bilinçle, hukukla, medya ile, uluslararası destekle ve meşru zeminlerle olmalı. Çünkü ancak böyle bir direniş uzun vadeli sonuç verir ve dünyayı susturmak yerine düşündürür.
Vicdan sahipleri susmamalı. Gazeteciler, yazarlar, sanatçılar, öğretmenler, öğrenciler… Herkes bulunduğu yerden sesini yükseltmeli. Bebeklerin kelebeklerden daha kısa yaşadığı bir dünyayı değiştirmek bizim elimizde. Ama bunu, başka bebekleri öldürerek değil; adaleti, hakikati ve barışı inşa ederek yapmalıyız.
Çünkü haklı olmak her zaman yeterli değildir. Haklıyken de vicdanlı kalabilmek; asıl erdem budur.