Siyasetin ahlakı, her şeyden önce dürüstlük ve hesap verebilirlik üzerine kuruludur. Ancak son dönemde, iktidarın giderek ağırlaşan yükünü taşıyamayanlar, gençlerin dinamizmini ve tepkiselliğini kendi siyasi hesaplarına alet etmeye çalışıyor. "Hukuksuzluğun hesabını hukuk içinde çözmek" söylemi, pratikte yaşanan adaletsizlikler karşısında bir avunma aracına dönüşürken, toplumun vicdanı yaralanıyor.
Son dönemde muhalefetten gelen "yerli markaları boykot" çağrıları ise tartışmalı bir strateji olarak öne çıkıyor. Siyasi bir mesaj vermek amacıyla yapılan bu çağrılar, aslında en çok o markalarda çalışan işçileri ve Türkiye’nin zaten kırılgan olan ekonomisini vuruyor. Boykot, büyük şirketlerin patronlarını değil, emeğiyle geçinen binlerce çalışanı etkiler. Peki, benzer bir çağrı başka ülkelerde yapılsa ne olurdu?
ABD'de bir ana muhalefet partisi, "Apple veya Nike’yı boykot edin" dese, hem medya hem siyasi rakipleri bunu "ülke ekonomisine sabotaj" olarak nitelerdi.
Avrupa’da (örneğin Almanya’da Volkswagen veya Siemens hedef alınsa) sendikalar ve işçi partileri böyle bir çağrıyı "işçi düşmanlığı" olarak görürdü.
Çin veya Rusya gibi otoriter rejimlerde ise zaten böyle bir çağrı yapan muhalefet, "vatan hainliği" ile suçlanıp sert şekilde susturulurdu.
Siyasetin Ağır Sorumluluğu
Muhalefetin rolü, iktidarı eleştirmek ama aynı zamanda alternatif politikalar sunmaktır. Siyasi mesaj verme kaygısıyla yapılan boykot çağrıları, kısa vadede tepki çekse bile uzun vadede ekonomiyi ve emekçiyi yaralar. Gençlerin öfkesi, siyasi hesapların arkasına saklanacak bir malzeme değil; ülkenin geleceğine dair samimi projelerle karşılanmalıdır.
Siyasetçiler, gençleri değil kendi ayak izlerini temizlesin. Hukuk, toplumun güvencesi olsun. Boykot değil, üretim ve adil paylaşım çağrısı yapılsın. Aksi takdirde, bu tür hamleler siyasi rant sağlamaz, sadece toplumsal tahribatı derinleştirir.