Topu ilk kez elime aldığım günü hatırlıyorum. Kocamandı… Ellerim küçüktü, avuçlarımın arasında kayboluyordu. Parkeye vurduğumda çıkan o tok sesi duyduğum an kalbim daha hızlı atmaya başladı. O an anlamıştım; bu oyun bambaşka bir şeydi.
Potaya ilk şutumu attığımda top çemberin kenarına çarpıp dışarı çıktı. Ama ben üzülmedim. Çünkü o anda bile içimde tarifsiz bir heyecan vardı. Sanki top bana “devam et” diyordu. Her denememde biraz daha yaklaştım. Ve bir gün, top o çemberin içinden süzülerek geçtiğinde hissettiğim mutluluğu kelimelerle anlatmak imkânsızdı.
Basketbolu sevmek, işte o gülümsemeyi kalbine kazımaktır.
Her antrenmanda ter döktüm, defalarca düştüm, dizlerim kanadı, nefesim kesildi. Ama hiç vazgeçmedim. Çünkü basketbol bana düşmenin son olmadığını, asıl önemli olanın yeniden ayağa kalkmak olduğunu öğretti.
Takım arkadaşlarım benim ikinci ailem oldu. Birimizin sevinci hepimizin sevinciydi, birimizin hüznü hepimizin yükü… Bir pas, bir asist, bir savunma… Hepsi güvenin ve dostluğun işaretiydi.
Basketbolu sevmek, hayaller kurmaktır. Belki bir gün son saniyede maçı kazandıran o basketi atmayı, belki de sahada adını duyurmayı hayal edersin. Ama bilirsin ki bu oyun sana sadece şut atmayı değil; sabırlı olmayı, çalışmayı, inancı ve umudu öğretir.
Benim için basketbol, sadece bir spor değil. O benim büyüdüğüm, öğrendiğim, hayal ettiğim ve en çok da sevdiğim şey. Çünkü basketbolu sevmek, aslında hayatı sevmektir.