Hayat ve insanlar... İncitiyorlar insanı... Bazen bir kelimeyle derin yaralar açılırr. Bazen bir bakış, bir sessizlik, bir unutuluş incitir. İnsan, en çok da güvendiğinden, en yakın bildiğinden incinir. Çünkü sevgi, beraberinde beklentiyi; beklenti ise hayal kırıklığını getirir.
İncinmek, insan olmanın doğal bir parçası. Ama asıl mesele şu: Biz ne kadar inciniyoruz ve ne kadar incitiyoruz? Bir başkasının kalbine bıraktığımız iz, bazen sandığımızdan çok daha derin olabiliyor. Söylenen bir söz, dönüşü olmayan bir yola sokabiliyor iki insanı.
En çok da farkında olmadan incitiyoruz birbirimizi. Kimi zaman yorgunluktan, kimi zaman bencillikten, kimi zaman da susmayı bilmediğimiz için... Özür dilemeyi gurur zanneden, duyguları küçümseyen bir toplumda büyüyoruz çoğumuz. “Sen de çok alıngansın” diyerek, karşıdakinin duygularını geçersiz kılıyoruz.
Peki ya incitenler? Belki onlar da zamanında incitilmişti. Belki kendi acısını başkasına yüklemeyi savunma mekanizması olarak benimsedi. Ama bu bir bahane olabilir mi? Acımızı çıkarmak, başkasının canını yakmak bize iyi mi geliyor gerçekten?
Olaylar ve düşünceler karşısında tepki verirken karşımızdakini hiç düşünmüyor, patır kütür konuşuyoruz, yazıyoruz, iletişim kuruyoruz...
İnsan, iki şeyi öğrenmeli: Hem nasıl incinmeden güçlü kalınır, hem de nasıl başkasını incitmeden açık olunur. Günümüzde ne kadar zor olsa da kalp kırmamayı karakterine yerleştiren, en büyük erdemi kazanır. Çünkü bir kalbi onarmak, kırmaktan çok daha zordur. Son pişmanlığın fayda etmediği gibi... Çünkü "Dilin kemiği yoktur" da derler...
Son söz: Ne inciten ol, ne de incineni küçümseyen. Dilinle, elinle yıktığını kalbine yük etme... Kalbin ağırlığını da hafife alma. Her yara iz bırakır, davranışlar yıksa da en derini kelimelerle açılır.